Civil War, Marvel’ın son dönemde en çok ses getiren büyük olaylarından biriydi. Hatta Marvel’ın sonu gelmez event politikasında katkısı olduğu da söylenebilir. Kahramanlar, Captain America ve Iron Man önderliklerinde karşı karşıya gelmiş ve birbirleriyle çarpışmıştı. Mutantlar ise zaten toplumla yeterince belalı durumda olmalarının da etkisiyle genel olarak bu iç savaşta tarafsız kalıp, karmaşadan kaçınma yolunu seçmişlerdi. Ancak bu sefer iç savaş onları vurdu ve tarafsız kalmak seçenek değil. Başka bir deyişle Civil War çok iyi para getirince Marvel, “biz bir tane de bundan X-Men için yapalım” dedi ve olaylar gelişti.
Uzun bir aradan sonra aklımdaki birkaç düşünceyi yazıya dökmek istedim blog vasıtasıyla. Aslında bu daha önceki All-Star Goddamn Batman incelememdeki Frank Miller eleştirimin biraz daha ayrıntılı bir devamı da sayılabilir. Orada biraz sert davrandım, burada da pek yumuşak olmayacağım. O sebeple başlamadan şunu belirtmemde fayda var; Frank Miller benim en sevdiğim çizgi roman yazarlarından biridir. Fakat aynı zamanda en nefret ettiklerimden de biri. Yazım da neden bu iki unvanı aynı anda hak ettiği üzerine olacak haliyle.
DC’nin Marvel da dahil olmak üzere diğer çizgi roman şirketlerine bir üstünlüğü varsa o da şüphesiz animasyon konusundaki başarısıdır. Marvel, Disney ile olan birleşmesine rağmen bu konuda hala elle tutulur bir proje getiremezken DC’den art arda başarılı yapımlar görüyoruz. Bir anlamda Marvel’ın sinemada gösterdiği başarıyı DC animasyon alanında gösteriyor. Bu başarının bir sırrı da okurlar tarafından tutulan hikaye ve konseptlerin direkt olarak animasyon dünyasına taşınması.
Son yıllarda izlediğim iki dizinin finali ağır boşlukta bıraktı beni. İlki Battlestar Galactica’ydı. İzlediğim en iyi bilimkurgu dizisi olmasının yanında finali de olağanüstü etkileyici ve vurucuydu. Diğeri ise Stargate SG-1 oldu. Yazarlık seviyesi açısından Battlestar Galactica kalitesinde olduğunu iddia etmek güç. Ancak dizinin çok başarılı bir 10 sezon ve 3 film sürmesi ve karakterlerinin yarattığı aşinalık ona da veda etmeyi çok zor hale getirdi. Bu düşünceler içinde dolaşırken ister istemez iki kült diziyi yan yana getirdim kafamda.
Artık kesin, 2012’de vizyona girmesi planlanan The Avengers filminin yönetmeni Joss Whedon. Aylardan beri biliniyordu bu fakat resmi onay gelmemişti. Master Whedon’un kendisi Comic-Con’daki panelinde bu eksikliği giderdi.
So can I just make that an official thing? I’m directing The Avengers.
Filmin çekimleri gelecek yıl başlayacak ve Fox iptal etmezse (Fox’un Whedon projesi iptal etme tutkusu stüdyo, sınır tanımaz) 2012 Whedon’un Avengers’ını göreceğiz. Peki Avengers ve Joss Whedon iyi bir fikir mi?
An oluyor, gün oluyor 140 karakteri doldurmayacak kısa bir şey paylaşasım geliyor. Öyle ki buraya yazsam dvd’ye word dosyası atmak gibi olacak. O yüzden bunca zaman boş iş olarak gördüğüm twitter’ın affına ve yüceliğine sığınarak kısa yazılarım için orayı mesken tutacağım. Zaten wordpress bileşenleri sayesinde blogun solunda gözükecek yazdıklarım fakat dileyen direkt twitter üzerinden takip edebilir.
Ölüm DC’yi buldu. Bu kelime esprisini yapmak konusunda ne kadar uğraştıysam da engel olamadım kendime. Ölüm ve DC ifadelerini yan yana kullanınca akla ölülerin hayata döndüğü ve benzer şekilde DC’ye de Marvel karşısında hayat veren Blackest Night geliyor, fakat konumuz o değil. Gerçi konunun öznesinin de o yaşam ve ölüm üzerinde yapılan bu manipülasyonlar üzerinde muhakkak bir çift sözü vardır. Zira kendisi yaşamın ve ölümün baş sorumlusu olan Death of the Endless.
Doctor Who geçmişten günümüze gelen en başarılı bilimkurgu dizilerinden biri, hatta Guinness Rekorlar Kitabı’na göre en başarılısı. Yayın süresiyle, lisanslı ürün satışlarıyla, sadık hayran kitlesiyle alanında zirvede. Yeni seriyle de -özellikle David Tennant dönemi sayesinde- popülaritesi yeni jenerasyona ulaştı. Bana göre bu kadar sevilmesinin en önemli sebebi izleyicileri ağır dramaya boğmayıp, bana Douglas Adams’ın üslubunu hatırlatan (ki kendisi de zamanında Doctor Who’ya yazarlık yapmıştır) bir bilimkurgu mizahını sırıtmadan sunabilmesi. Tabii yine de Tennant’ın olağanüstü başarısını yabana atmamak lazım. Onun diziden ayrılışı üzücü olsa da Matt Smith’in beklenmedik sempatikliği, Karen Gillan’ın çekiciliği ve yazarların yeteneği sayesinde Doctor Who yine kendisini seyrettiriyor. Fakat dizinin hayranları artık seyretmekten ötesini de yapabilecekler. BBC, Sumo Digital ortaklığıyla Doktor’un kontrolünü bize bıraktı.